DRUM INCHIS CIRCULATIEI PUBLICE
22 Mayıs 2019 / Çarşamba
Montumu giyiyorum. Kaskımla başımı buluşturup, eldivenlerimi de taktığım gibi motorun üzerindeyim. Ellerim titriyor, marş motoruna ilk hareketi vermesi için devreyi tamamlatacağım anahtarı kontak yuvasında çevirirken. İçimde, uzun süredir beklediği oyuncağı, babasının bu akşam getireceğini bilen çocuğun hisleri. Bir türlü geçmiyor zaman. Oysa daha vitese bile takmadım:) Oyuncağım iki saat uzağımda, gidip alsak ya bir an önce!
“Hazır mısın Ağabey” diyorum, aramızda hiçbir kablo olmamasına rağmen iletişim kurmamızın ne kadar kanıksadık bir durum olduğunu bir an bile aklıma getirmeden. Adını ilk defa yıllar önce Ertuğrul’dan duyduğum, hatta duyduğumda tuhaf isminden dolayı epeyi bir süre şakalarıma konu olan, daha sonra ise hayal rotamız; Transfăgărăşan. Sibiu ile Piteşti yakınlarındaki Bascov kasabasını birleştiren bir dağ geçidi esasen. Ancak bizim için “keyifli” olan kısmı Cârțișoara ile Curtea de Argeş, hedef rotamız. Bu sefer kuzey–güney geçişi yapmak amacımız. Efsane virajlar ve muhteşem manzaralar nedeniyle geçişi tamamlamamız oldukça vakit alacak görünüyor. Bu nedenle uygun olabilecek kamping alanlarını daha önceden tespit edip, birden fazla alternatif oluşturuyoruz. Yol durumuna göre konaklama kararımızı veririz.
Bir an önce oyuncağımıza kavuşmak istiyoruz ama elbette yolda olmanın her anını keyif ve neşeye dönüştürmemiz lazım. Yolu birazcık uzatma pahasına da olsa, sırf bu yüzden olabilecek en seyirlik, en göze hoş görüntü veren ve azami sürüş keyfi sunacak yolları tercih ediyoruz. E81 yolunda Cârțișoara tabelasını görüp, sağa dönüyoruz. Ve bir anda “her şey değişecek” sinyali çakıyor gözlerimizde. Zira tam karşımızda ağzımızın suyunu akıtan bir manzara. Adeta nasıl bir yere gittiğimizin habercisi. Dağlar omuz omuza yaslanmış, gel gel diye çağırıyor bütün ihtişamıyla.
Yine küçük, güzel, renkli ve neredeyse sokakta kimsenin olmadığı köy – kasaba karışımı bir yerdeyiz. Dağların eteğinde, hırçın soğuğa, gözle görülen fakirliğe ve zor koşullara rağmen ayakta kalmaya çalışan Cârțișoara. Pencere önüne çiçek koyarak yaşama tutunan, temiz ve bakımlı bu insanlara gıptayla karışık bir saygı duyuyoruz. Ve fotoğraf için duraklıyoruz. Sayıca az da olsalar yine çocuklar, dünyanın o gülen yüzleri, hayatın neşesi, saf ve temiz yavrucaklar sarıyor etrafımızı.
Biz sohbetteyken, az önce yanından geçtiğimiz yaşlı ama bir o kadar da sevimli, yanaklarından kan damlayan, gözlerinden yaşama sevinci çağlayan bir teyze geliyor yanımıza. Alışveriş etmiş belli ki, elinde poşetleri. Diğer elinde bastonuyla. Bir şeyler söylüyor, anlamıyoruz. O kadar tatlı, o kadar sevimli ki, karşı durmak imkânsız. İnanılmaz bir elektriği var, pozitiflik akıyor her yerinden. Hemen yanı başımızdaki banka oturuyoruz. Tesiri altındayım teyzenin. Tanıdığım kimseye benzettiğimden de değil. Bambaşka bir şey. Hani “cennetten izinli gelmiş, bize bir şeyler söyleyip gidecekmiş” gibi. O kadar melek yani.
Konuşuyor, anlamıyoruz elbette. Ben söylüyorum o da anlamıyor. Sonra ortak yolu buluyoruz. “insan olmanın evrensel dili” ile anlaşmaya başlıyoruz. Bu havalar dizlerini ağrıtıyormuş, yaşlılık zormuş. Biraz sustuk, biraz konuştuk. Ellerinden öptük, hayır duasını aldık ve yola koyulduk. Hala içim kıpır kıpır oluyor o anı anlatırken. İyi ki vardın, nur yüzlü, melek teyzem. Çok yaşa sen, e mi?
Cârțișoara sonrası yollar yine yemyeşil ve keyifli hale gelmeye başladı. Karşımızda endam eden dağların üzerinde “artık yaz geliyor” miktarındaki kar, ara ara bastıran sis ve envai çeşit kuşun şarkılarıyla içimizi şenlendiren yemyeşil bir doğa. Üstelik kullanmakta olduğumuz çevrimdışı yol bulma uygulamamız “Here” sağolsun, normal yollar yerine bizi tüm tali yollar ve kestirmelere sokunca, daha da bir güzelleşti rotamız. Biraz fazla zaman harcadık belki ama bizi oralara sokmasaydı, kimsenin olmadığı yerler ve yollar görmemiş, motor sesi duyunca “bunlar da nerden çıktı!” gibi bakan türlü hayvanat ile tanışmamış olacaktık. Bazen, şerde bile hayır vardır derler ya, işte bu o olsa gerek.
Her neyse, yolumuzda şeker mi şeker dönemeçler de başlamıştı bir yandan. Yat, kalk, gazla, fren, yat, dön, hop fren. Başlangıcı böyleyse, devamı nasıl zevkli kim bilir…
Banker Bilo filminde Maho tarafından Münih’e getirildiklerini zanneden ama aslında İstanbul’a bırakılmış olan Bilo ile İbo arasında şu diyalog geçer;
Bilo : Şu camilere bak yav, la ne kadar çok cami. Allah yapanlardan razı olsun.
İbo : E iyi de bu kadar caminin işi ne Münih’te?
Bilo : Anlaşılan dini bütün gardaşlar camiyle donatmışlar Münih’i.
İbo: Hee.
İşte ben de aynı Bilo gibi saf, biraz sonra başımıza geleceklerden habersiz, geçeceğimiz yolları ve Münih’in yani Transfăgărăşan geçişinin ne kadar muhteşem olacağını hayal ederek, mutluluk ve keyifli bir şaşkınlık içindeydim. Güzel bir dizi virajı geçtik. Sağa yattık, sola yattık. Kutsal yola girmiş olmanın keyfi ve sevincinden türlü şımarıklıklar yaptım; “şimdi dizim yere değecek, bak”, “GS bu devirlerde çıldırıyormuş Ağabey” ya da “bakalım bu hızla ıslak virajda döner miyiz” diye uzayıp giden türden.
Yükseldikçe hava soğuyor, akşam saatleri de yaklaştı. Bu kadar şımarıklıkla birlikte biraz da tempolu ilerlememiz lazım. Zira dağ başında gece karanlığında kamp kurmak eziyetini yaşamayalım durduk yerde. Velhasıl biraz daha tempoyu arttırıp, sola U virajlardan birini daha döndüğümüzde etrafta park etmiş arabalar görüyoruz. “Manzara enfes, durup fotoğraf çekenlere bak, ne güzel” diyor ve durmadan devam ediyoruz. Bilo ile kaderimizin kesiştiğini anlamamız da işte tam bu U virajdan hemen sonra oluyor. Elbette bizi kimse Münih diye İstanbul’a götürmedi. Hatta geldiğimiz rota, bulunduğumuz yer bile doğru. Ama yolun ortasında beton bloklar ve hemen önünde de Rumence bir yazı;
“DRUM INCHIS CIRCULATIEI PUBLICE”.
Tabi bu yazının ne anlama geldiğini tahmin etmek için dil bilmek gerekmiyor. Karşımızdaki tablo apaçık; beton bariyerlerle kapatılmış ve istesek de geçebileceğimiz bir yer bırakılmamış. Özetle, yol kapalı. İnanmak istemezcesine, hani belki başka bir şeyler de yazıyordur, bekli motorlar için aradan geçiş vardır diyerek, telefonumdaki tercüme uygulamasını açıyorum. Ayarları Rumence’ye çeviriyor ve tercüme ettiriyorum.
Sonuç aynı; yol kapalı, zorlamayın kardeşim.
Ağzımdan istemsizce dökülüyor; pavlike 🙂




Yola çıkarken bir dizi araştırma yapmış ve geçidin Haziran ayında ulaşıma açıldığını okumuştuk. Ama Haziran kesin olmamakla birlikte, pratikte yolun durumu ve o yıl kışın ne kadar sert olduğuna göre erken açılması olasılığının da varlığını biliyorduk. “Gidebildiğimiz kadar gideriz” ilkesiyle yola çıkmış ve işte ancak buraya kadar gelebilmiştik. Üzüldük mü, biraz. Ama dedik ya, “her işte bir hayır vardır”. Durum net, en az bir kere daha buraya geleceğiz. Özetle Transfăgărăşan bize; “bu seferlik bu kadarla yetinin gençler. Ama ilk fırsatta bir daha gelin” diyordu. Zaten Sebeş’e de sözümüz vardı. Anlaşılan Romanya’nın bu bölgesi bizi kolay kolay bırakmayacaktı 🙂 Az önce gördüğümüz araçlar gibi yaptık; yolda kalmış olmanın keyfini sürdük. Bol bol fotoğraf çektik, görüntü kaydettik. Ne olursa olsun sağlıklıydık, mutluyduk ve yoldaydık. Gezilerimiz çoğunlukla böyle değil mi zaten; yol nereye götürürse…

Akşam iyice çöküyordu. Alternatif plan zamanı, geri gidecek miyiz, yoksa kalacak mı? Hemen yanı başımızda bulunan otele gittik. Fiyat sorduk, odaları gezdik. Her şeyden öte sıcaktı, sıcak 😉 Ve o an karar verdik kalmaya. Evet, yine dağ başındayız.

Otelimiz tam da ormanın içinde. Hemen arkasında gözle görebildiğimiz bir şelale var, yürüme mesafesinde. Tek tük mangalcıları saymazsak, hepi topu iki binayız. Biri otel, diğeri teleferik binası. Bugün için geç oldu ama yarın teleferiğe binelim, şelaleye gidelim istiyorum. Hazır gelmişken değişen şartlara uyum sağlamalı ve yeni keyif imkânları yaratmalı. Ama önce temel ihtiyaçlar elbette. Bir güzel ısınalım, karnımızı doyuralım. Sonrasına bakarız.
Otel tam da eski kapalı sistemin bir parçası. Asansör yok, geniş merdivenler var. Temiz ama bizdeki devlet sosyal tesislerini andıran, ikinci dünyadan kalma bir iç mimariye sahip. İşletme mantığı ise arada kalmış. Kibar çalışanlar ama eski alışkanlıklar devam ediyor. İyi niyetli ve yardımseverler. Ancak konuşkanlıktan uzaklar, “sorarsan cevap veririm, fazlasını bekleme” tarzında. Kaloriferler çılgın yanıyor. İç dış sıcaklık farkı muhtemelen 25 dereceden fazla. Ziyadesiyle memnunuz. Asansör olmadığı için en alt kattan oda istiyoruz. Yine de bir dizi basamak çıkmak kaçınılmaz oluyor. Birbirimize bakıyoruz, konuşmuyoruz ama ikimizin gözlerinde de aynı soru; “bu kadar yorgunlukla, o merdivenlerden çantaları kim çıkartacak şimdi?”
“Ben almayacağım” diyor Ertuğrul, “çantalar, ne varsa kalsın Çekirge’nin üzerinde” (Ténéré’nin adı Çekirge bu arada). O kadar yorgunum ki…” Ben alıyorum elbette. Utanıyor muhtemelen, ufacık tefecik adamın her biri 35 litre olan çantaları odaya çıkarmasından. Bakıyorum biraz sonra o da kapıda, “müdür açar mısın” diye sesleniyor, elinde iki adet yan çantayla. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu yerde kimsenin bir şey yapacağı yok esasen bizim çantalara ama hem alışageldiğimiz güvenlik saplantısının gereği, hem de içinde üzerimizi değiştirmek için lüzumlu eşyalar ve temizlik malzemeleri var.

Elimizde yeterli Romen parası vardı. Fakat dilersek Euro ile de ödeme yapabileceğimiz söylendi. Tüm Romanya boyunca olduğu gibi, burada da güncel kur üzerinden, herhangi bir şişirme ya da kandırmaca yapmadan, gerçek değerinde Euro ile ödeme yapmak mümkün. Merakımızdan ve Romen parasını kamping, bakkal, manav gibi yerlerde kullanmak üzere saklamak adına, ödemeyi Euro ile yaptık. Hiç pişman olmadık, her şey o kadar şeffaftı ki, “kazık mı yiyoruz” diye bir an bile düşünmedik. Bu ahlâk ve dürüstlüğü, eskiden olduğu gibi tekrar ülkemize de bekleriz!

Artık kanıksadık, buralarda adettir; hava kararmaya başladığında muazzam bir sis çöküyor. Dedim ya, ormanın tam içindeyiz. Balkona çıkıyorum, sadece otelin küçücük bahçesinde sıralanmış odunları ve onları acımasızca kıyan hızarı aydınlatan küçük bir lamba, ötesi yok. Simsiyah gece ve bir bölük dev ordusunu andıran, belirli belirsiz koca ağaçların silueti. Yüzüme yağmur gibi çarpan sis tanecikleri, bir de mis gibi ağaç kokusu, arkalardan belirli belirsiz gelen şelalenin uğultusuyla birlikte.
23 Mayıs 2019 / Perşembe
Kuşlardan oluşan güzel sesler korosu, repertuvarlarından bildik – bilmedik şarkıları seslendiriyorlar. Günün ilk ışıkları sarmış bütün ormanı. Geceki korku filmi seti, şimdi huzurun doğal kaynağı olmuş. Mutluluk pompalıyor ısrarla. Alp Dağları’nda yeni bir sabaha uyanmış, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl Heidi gibiyiz ama biraz farklı; yorgunluktan ve hızlı rakım değişikliklerinden dolayı şişmiş gözlerimiz ve yüzümüzle.
Bulunduğumuz şartlara göre güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Yeni rota planlarını da kahvaltıda masaya yatırıyoruz. Benim fikrim; kuzey güney yönünde geçemediğimiz Transfăgărăşan‘ı, güneye yani Curtea de Argeş’e kadar inip, Piscu Negru’ya kadar güney–kuzey yönlü tırmanmak ve daha ilerisi kapalı olduğu için aynı yoldan geri dönmek. Böylece iki uçtan gidebildiğimiz kadar Transfăgărăşan’ı görmüş olmak. Ancak Ertuğrul bu fikre sıcak bakmıyor. Amacımız pass yani geçiş olduğu için, bir uçtan girip, diğer uçtan çıkmak istediğini, gel git yapmanın anlamsız olacağını söylüyor. “Zamanımız dar, artık planın ikinci kısmına geçmeliyiz” diyor. Bana göre gayet anlamlı ama daha fazla ısrar etmiyorum. Sonuçta ne demişti Transfăgărăşan, “söz aldım sizden, mutlaka bekliyorum”.
Yola çıkarken kemik rota planımızı yapar, yolda yaşadıklarımıza göre nihai halini veririz. Bir çeşit “ya kısmet” durumu anlayacağınız. Planımız iki kısımdı; ilki dağlarda geçitleri aşmak, ikincisi ise, denize ulaşmak. Evet, kabul ediyorum. İkinci kısım benim ısrarımla rotaya girdi. Denize girmek istiyorum. Sonuçta zamanımız kısıtlı ve yapabildiğimiz kadar çok şeyi yapmak istiyoruz. Yine de alternatifler üzerinden geçiyoruz. İkinci durağımız Bulgaristan olacak ama her an bir değişiklik yapabiliriz. Batıya devam edip, Sırbistan – Belgrad – Bulgaristan bir seçenek. Ya da Bulgaristan’ı çıkartıp, Sırbistan – Kosova – Üsküp – Selanik üzerinden dönüş de olabilir. Ancak enine boyuna değerlendirince iki seçeneği de eliyoruz. Çünkü devamlı teker çevirip, paldır küldür yol gitmiş olacağız mevcut süremizin içinde kalmak için. “En iyisi doğuya gidelim, hem artık denizlere kavuşma vaktidir” diyoruz. Ve yeni hedefimizi belirliyoruz; Köstence.

Önümüzde 500 kilometreden fazla yolumuz var. Bu da demek oluyor ki, gün boyu süreceğiz. Olsun, liman kenti Köstence’yi merak ediyoruz. Hem de bu sayede, eve doğru dönüşteki en uzun geçişimizi yapacağız, batıdan doğuya doğru. Sonrası kısa kısa rotalar.
Özgür Daldaban
5 Şubat 2020
One thought on “Romanya ve Bulgaristan – IV”