Nasıl Düştüm Ben Bu Yola – II

İçim kıpır kıpır. Artık ehliyetim var, eğitimlerimi aldım. “Haydi, artık motor almalıyım” modundayım. Algıda seçicilik had safhaya ulaşmış, artık nereye gitsem sadece motosikletleri görüyorum. Adeta gözüm dönmüş durumda. Hislerim, bahar aylarında gevşemiş ergen hoppalığındayken, yine beynim devreye giriyor; “ o kadar eğitim aldın, o kadar okudun, araştırdın, motordan önce ne yapacaktın?” Unutmadım elbette, “önce güvenlik” mottosuyla, kılık kıyafet işine giriştim.

Çoğu malzemelerimi yurtdışından getirmek durumda kaldığımdan (yerli satıcılarımız sağolsun / o konuyu da ayrıca yazacağım) süreç biraz uzadı. Ben de böylece daha sağlıklı düşünme ve karar verme imkânı buldum diyeceğim ama doğru olmayacak. Sağlıklı düşünmek bir yana, heyecandan normal bile düşünemiyordum. Ama nasıl oduysa, kılık kıyafetlerim yurtdışı internet sitelerinden parti parti gelirken, ben de eski bir dostu hatırladım; tabii ki Ertuğrul’u.

Bir akşam iş çıkışı aradım. Dedim ki, “yahu bana da bir motor alsak, hayat neşelense, falan, filan”. Güldük, eğlendik, kapattık telefonu. Üzerinden birkaç gün geçti, adamdan ses seda yok. Üç uzuuuun günün ardından tekrar aradım, mealen dedim ki “Hocam benim gözüm döndü, motor alacağım, eğitimlerim, vs. tamam, harekete geçmek istiyorum, yardım lazım”. Ancak o zaman olayın ciddiyetini anlayan Ertuğrul, geçmiş olsun dedi 🙂 Anladık, bu iş telefonla olmayacaktı. İlk hafta sonu acilen görüşmek lazımdı.

Başlangıç için, Donald Duck’ ın ve aklıselim herkesin tavsiye ettiği gibi, 250 cc altı, görece ucuz, sağlam ve acemi üzmez bir motor seçeceğim. Kurstan dolayı aramızda hukuk olan CBF 150 ise kesin favorim. İnternette CBF 150 nedir, nasıldır, kaça alınır, nasıl dertler çıkartır gibi bir sürü yazı, makale, tartışma okuyorum. Kuryelerle konuşuyorum. Kesin alacağım da, hangi renk olsun ona karar veremiyorum. Bordo olur mu, bence olur.

Derken hafta sonu geldi çattı. Ertuğrul CBF 150 yerine YBR 125 tercih etmemin daha doğru olacağını, ortak bir arkadaşımıza geçen yıl YBR aldıklarını, hatta birkaç ay önce dayanamayıp kendine de bir tane aldığını söyleyince tüm hatlar karıştı haliyle. Oysa CBF 150 ne güzeldi (sanki çok tecrübeliydim de, motor beğenmiyordum). Aynı hafta sonu, atölyesinde Ertuğrul’un YBR’sini inceledim, öyle alımlı, ahım şahım bir motor değildi. CBF daha havalı duruyordu. Üstelik ilk göz ağrımdı. Ama bir kere kafam da karışmıştı. Takip eden hafta boyunca, CBF 150 mi döver YBR 125 mi tartışmasının internet ortamlarında ne kadar alevli bir şekilde yaşandığını keşfettim. Boyum mu uzadı hayır ama keşfettim işte.

Neyse, buna benzer tartışmaları daha evvelki yıllardan çok net hatırlıyordum. Bir yanda, “gerçek enduro F650’ciler”, diğer yanda “yok, has enduro DL 650 ciler“, peşinden, “ikisi de değil, enduronun kralı Transalp’ciler” birbirlerini yer dururlardı. Sanki ilgili firmaya ortaktılar ya da Türkiye temsilcileriydiler. Geçmiş zaman işte, insanlar nelerle stres attılar internette yıllar yılı… Dedim ya, aynı kısır tartışmalar CBF ile YBR kullanıcıları arasında da vardı. Geçmişin verdiği tecrübeleyle “sidik yarışı” tarzındaki yazıların hiçbirini umursamadım. Adam akıllı bilgilerini ve tecrübelerini paylaşan insanların, öneri ve yorumlarını okudum. Kullanıcılar ile konuştum. Diğer ülkelerdeki insanlar neler söylüyorlar, onlara baktım. Sonuçta iki motor da birbirinden çok farklı değildi. Hangisinin temizini bulursak onu alacaktık. Ama tercih olarak YBR biraz daha öndeydi. Zira dünya turu yaparak kendini kanıtlamıştı. O nedenle parolamız “mümkünse YBR, olmadı CBF” şeklindeydi.

Pendik’ten feribota bindiğimizde, saat sabahın sekizini gösteriyordu. Gerçi sekizi göstermek saatin de çok umrunda değildi ya, görevi gereği gösteriyordu işte. Öte yandan, benim de saatin sekizi göstermesi çok umrumda değildi doğrusu ama uykum vardı. Ve bu çok umurumdaydı. Her neyse…

Serin bir Aralık günü ama hava oldukça net ve temiz. Hava raporları yağmur veriyordu akşamdan beri, hava ise adeta tam tersini söylüyordu; “bugün yağmayacağım”. Pendik feribot iskelesi, konum itibariyle marinanın hemen yanında yer alıyor. Bu nedenle feribot hareket edene kadar ve iskeleden ayrılırken marinadaki tekneleri bol bol seyretme imkânı oluyor. En azından ona para almıyorlar, şimdilik! (MarinTürk’ün muhteşem kazık bir ücret tarife sistemi var ama bu yazının konusu değil, sonra o konuya da değinirim belki). Tabii biz de kuralı bozmadık; şu tekne senin olsun, bu tekne benim olsun, yok, onun boyu kısa, 20 metrenin altında tekneye binmem ben, bizim bir arkadaşın teknesi vardı türü geyiklerin ardından, bir tarafımız buz tutmaya başlayınca içeri girdik. Deli miydik, gayet serin bir kış günü Pendik’ten Yalova’ya niye gidiyorduk? En azından yanımdaki adam deli değildi, benim durumum ise çok mühim değil.

Gidiş sebebimiz aşağıda gördüğünüz mavi cici idi. İnternette satılık ilanını görüp, beğenmiştim. Ertuğrul’un da “olur, bakalım” şeklindeki onayının ardından Yalova’ya gidiyorduk.

Gittik, gördük, beğendik. Noter hazretlerinin de açık olacağı, hafta içi bir gün satış işlemlerini yapmak üzere satıcı ile el sıkışıp, İstanbul’a dönük. Biz İstanbul’a döndük ama benim aklım birkaç gün daha Yalova’da kaldı. Ta ki üç koca gün sonra gidip, motorumu alana kadar. Artık benim de motorum vardı. Motor, motorum, benim motorum, yuppiiiii….

Mavi

Bu sevinç çok üzün sürmedi. Karşı kıyıya geçtikten sonra, Yamaha yetkili servisi Pendik Geçit Motor’daki değerli usta arkadaşlarımız beni iskelede karşılayıp, motorumu detaylı bakım için (elimden) aldılar. Ee, ne oldu şimdi? Motor aldım, feribot iskelesine kadar eski sahibi getirdi, on beş metre feribot iskelesinden vapura kadar, beş metre vapurda, on metre de vapurdan inince iskele çıkışına kadar desek, toplamda elli metre bile kullanmadan yine motorsuzdum. Çok denge bozucuydu ama! Gittim, iskelenin otoparkından arabamı aldım, üzgün üzgün bindim ve yola çıktım. Ama servise kadar 🙂 Zaten önceden konuşup, anlaşmıştık. Motoru alır almaz hemen bakıma bırakacaktım. Geçit Motor’daki arkadaşlar sağolsunlar, acemi olduğum için gelip, motorumu iskeleden teslim aldılar. Evet hala araba ile geziyordum ama artık bir motorum vardı. Hele bakım bitsindi, nasıl gezecektim. O viraj senin, bu düzlük benim, yolları ağlatacaktım.

Ertesi hafta sonu. Motorun tüm bakımları yapılmış, saat gibi çalışır halde. Pendik’ten alınıp, eve getirilmesi gerekiyor. Ama ne mümkün, Ertuğrul “olmaz” diyor. “Sen arabayla beni takip edeceksin, ben alacağım motoru”. Hoppalaa, al işte yine bir engel! Yahu ben bu motoru ne zaman kullanacağım? Sebil mi aldık bunu, arkadaş hayratı sanki. Benden başka herkes binsin, ne alâ 🙂

Çıktık Pendik’ten, Ertuğrul önde ben arkada. Arabam ile motorumu kolluyorum. Kimse çarpmasın, başına bir iş gelmesin diye. Bu arada Ertuğrul’u da kolluyorum haliyle 🙂 Kavacık’a geldik, şimdi Hisar’a döneceğiz diye beklerken, adam hala gidiyor. Peşindeyim. Anlaşılan atölyeye gidiyoruz. Sineye çekiyorum, akşama alırım nasılsa motorumu. Yazık, çocuk binsin biraz, hem benim motorum onunkinden daha güzel ne de olsa 🙂

Yer : Atölye
Ders: Tanışma
Konu: Motorun basitçe çıkabilen tüm parçalarının sökülmesi.

Hadi bakalım, buyrun buradan yakın! Ben motorumu alma derdindeyim, adamın söylediği şeye bak… On dakika sonraki manzara; bir elde tornavida takımı, diğer elde lokma takımı. “Burası da sökülecek mi usta” diye seslenen ben. O hafta sonu, motoru söküp, takmakla, fren diski ve zincir dışında her noktaya WD 40 sıkmakla geçti. Binmek için almıştık, olayı tamirci çırağına bağladık. Hadi hayırlısı…

Ertesi hafta geçmek bilmedi. Zar zor hafta sonuna ulaştık. Cumartesi sabahı itibariyle mekân tekrar atölye. Motora kavuşma anı. Sevdim, okşadım, hatta biraz da konuştum sanırım atölyede park halindeki motorumla. “Üzülme Mavi, birazdan Ertuğrul da Kırmızı’yı alacak, beraber gezeceğiz, tozacağız, hatta azacağız.” Kırmızı’nın sahibi Ertuğrul Usta’nın kapıda görünmesiyle ikimiz de heyecanlanmıştık. Hatta sanıyorum Mavi bu heyecana dayanamayarak kısa/uzun selektör yaptı. Yapmamış da olabilir. Olsun. Fakat o da ne, zalim yürekli Ertuğrul kapıda, karşımda dikilmiş, elinde ise bir kova ve sünger tutuyordu. Kendisine baktım; “bu buz gibi Aralık gününde, elinde kova sünger ikilisiyle bir de motorunu mu yıkayacaksın, yok artık” diyen gözlerle. Bana göre anlam yüklü olsalar da, anlaşılan Ertuğrul tarafından “bön bön ne bakıyor bu herif yahu” şeklinde yorumlanmış olsa gerek ki bakışlarım “al da motorunu yıkamaya başla” kalıbındaki bir söz öbeği yankılandı atölyenin yüksek ama bir o kadar da rutubet kokan duvarlarında. Belli ki şakacı bir insan bu Ertuğrul ama şakanın da bir yeri, zamanı var değil mi?

Zalim kişi Ertuğrul eski atölyede.

I ıh, değilmiş. Daha da beteri, mahalle camisinin çeşmesinden, gözyaşları içersinde doldurulan kova, buz gibi bir hava, ısıtıcı da biraz ılıtılmış sıcak su takviyesi ve şampuan. Evet, manzara aynen öyle. WD 40’ın zehrini ve motorun pisliklerini akıtacakmışım. Akıttım. İçimdeki her türlü duyguyu da o soğukta işitilir işitilmez bir ses ile gökyüzüne akıttım, köpük köpük sularla toprağa akıttım. Ama Ertuğrul duymadı. Çünkü Nahit Usta’nın atölyesinde, soba üzerinde ekmek kızartıyordu (sanırım). Tamam, biraz abartıyor olabilirim, olaylar tam olarak bu şekilde gerçekleşmediyse de sonuçta ben o gün motorumu yıkadım, temizledim. Ardından da bir güzel cilaladım. Tuhaf bir duygu; motorum var ama binemiyorum, yalnızca yıkayıp, parlatabiliyorum. Karate Kid’den beter haldeyim. Çok da şaşılmayacağı üzere, o hafta sonu da motoruma binemedim. Koç Müzesi’ndeki arabalardan tek farkı, binemesem de yıkama ve parlatmama izin vardı. Allah Ertuğrul Usta’dan razı olsundu. Zaten heves dediğin niye vardı ki; kursakta yer etsin yeterdi.

Üzerinden kaç hafta geçti hatırlamıyorum (belki de birkaç gün geçmişti. Ama olsun, artık ne önemi vardı. Kesinlikle kanıksamıştım. Benim motorumun işlevi buydu; yıka, sök/tak, cilala, arada bir de çalıştır. O kadar). Derken bir gün Ertuğrul, lastiklerimizi değiştirmek için yola çıkabileceğimizi söyledi. Hem de “pat” diye. Haliyle inan(a)madım (Hatta “hadi oradan” manâsına geldiğini umduğum, bir minübüsçü el hareketi bile yaptım sanırım, emin değilim. Daha bilindik bir el hareketi de yapmış olabilirim. Ama size ne şimdi bundan canım). Hem ne olmuştu ki, ben motora binecektim? Yoksa üç aylık ömrüm mü kalmıştı? Bilemedim. Çokça şüphelendim, üç ay sonra halâ yaşadığımı anlayınca biraz olsun şüphem azaldı. Baştan beri YBR’nin üzerinde gelen ileri teknoloji ürünü! Sakura marka lastik görünümlü şeyleri değiştirmeyi planlıyordum. Ama benim de lastikçiye gideceğimi, hem de kendi motorumla gideceğimi söyleseler inanmayacak hale gelmiştim. Fakat oldu.

Gerçekten oldu. Ertuğrul önde, ben arkada (bu sefer motorize olarak) yola çıktık. Beykoz’dan Bostancı’ya. İnanılır gibi değil, sanki rüyadayım…

İşte o gün başladı yollarda maceralarımız ve halen de devam etmekte. Değerli dostum, büyüğüm, yol arkadaşım Ertuğrul ile birlikte 2011 boyunca gezdik, epeyi gezdik. Zaman zaman çok keyif aldık, zaman zaman tartıştık. Ben küstüm. Gazlayıp gittim (ama YBR ile çok uzaklaşmak teknik olarak mümkün olamadı, malum 0-100 hızlanma bir, bir buçuk dakika civarı zaman alıyor 🙂 ). Mecburen geri döndüm. Yine gezdik.

Uzun lafın kısası, yıllardır motor üzerinde olan, motosiklet kültürünü hayatına büyük oranda geçirmiş , farklı türde birçok motosiklet deneyimine sahip ve uzuuun kilometreleri ardında bırakmış değerli dostum ile yaptığımız ve yapacağımız yolculukları burada toplamayı ümit ediyoruz. Sağlığımız, sıhhatimiz ve keyfimiz yerinde olduğu sürece Yol’da olmaya devam edeceğiz.

Tüm motorcu dostlara ve yol severlere selam olsun.

Özgür Daldaban
Aralık 2011, İstanbul

%d blogcu bunu beğendi: