Dağlara Doğru
21 Mayıs 2019, Salı
Çok da uzaktan gelmeyen, ahenkle tekrar eden, metalik ve mekanik bir ses ile uyandım. Ancak beynimin “aç” komutu vermesine rağmen, dünün getirdiği yorgunluktan vücut itaat sistemim tümüyle çökmüş, tüm organlar ve geri kalan uzuvlar bağımsızlıklarını ilan etmişler adeta. Herkes kendi bildiğince davranıyor. Haliyle göz kapaklarım da bu furyanın başını çeken, azılı eylemciler olarak hala kapalı durumdalar.
Beyin çıldırıyor ama nafile. Göz kapaklarım ısrarla kapalı. Beyin çaresiz, kendini avutma peşinde; “en fazla ne olabilir ki” diyor. Zaten gecenin bir yarısı, o kadar tükenmiş halde otele girdiğimizde, böbreklerimizin çalınma riskini kabullenmiştik. “En fazla” diyor, “böbreklerimizi almışlardır. İyi tarafından bakalım, birer tane bize bırakmışlardır muhtemelen”.
Bu hengâmenin üzerinden ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Yine aynı mekanik ses peyda oldu kulaklarıma. O arada neler olduysa beyin tekrar kontrolü ele almış olmalı ki, aniden açıldı göz kapaklarım sabahın aydınlanmış yüzüne doğru. Ani bir dürtüyle böbrekleri kontrol ettim, yerindeler 🙂
Saat 7 civarı. Gün çoktan aydınlanmış Bükreş’in beşinci sektöründe. Kalkıp, geniş pencereli odamdan etrafı inceliyorum. Mahmur olduğu kadar, yorgunluktan dert yanan ama birazdan ne güzel bir yolda olduğumuzu tekrar hatırlayarak, mutlu mutlu gülecek gözlerimin koruyucusu, canım göz kapaklarım açılıyor güzel güne. Ve gelen mekanik / metalik sesin müsebbibini de anlıyorum bu sayede; tam önümüzdeki caddeden tramvay geçiyor. Anlattığım gibi, yaşlı, yorgun, yavaş ve gürültülü. Gözlerinden, “bırakın da biraz dinleneyim” diye feryat ettiğini bir ben okudum belki de. Yorgun, metal tekerlekli, yaşlı dostumun.

Ertuğrul’a sesleniyorum; “uyandın mı Ağabey?”. Uzaklardan bir ses geliyor, mırıltıyla karışık; “uyandım da, içim uyuyor”. Otel odamız, daha doğrusu dairemiz biraz tuhaf. Aslında otelin en üst katı tek bir daireden oluşuyor. Üç oda bir salon, sanırım yüz metre kare civarı. Hijyen konusuna ise hiç girmiyorum. Gece mont ve pantolon içlikleriyle yattığımızı söylesem yeterli olur sanırım. Standart ya da kalabalık! kaçamakların yapıldığı bir yerde kaldık anlaşılan. Ancak bizim temel ihtiyaçlarımızı (barınma, ısınma, dinlenme, temizlenme) karşıladı ve bildiğimiz kadarıyla gece kimse bizi kirletmedi 🙂
Hızlıca kalkıp, toparlanıyoruz. Tüm kıyafetler kurumuş, kasklar temizlenmiş, pili biten donanımlar yeniden doldurulmuş. Tek ihtiyaç karnımızı doyurmak. Bükreş sokaklarına atıyoruz kendimizi. İstem dâhilinde biraz sokaklarda kaybolup, bize seslenen midelerimizin de gönlünü yaptıktan sonra otelimize dönüyoruz. Artık yola hazırız. Rotamız, TransAlpina’ya başlayacağımız -bizce- en uygun yer olan Obârşia Lotrului.

Gezi planımız şehirleri görmek üzerine değil. O nedenle şehir gezilerini içeren bir rota oluşturmadık. Ama bu kadar gelmişken Bükreş’i görmeden geçmek olmaz dedik. Kısa bir şehir turu ile birlikte Bükreş Parlamento Sarayı’nı ziyaret ederek yola devam ediyoruz.

Bükreş’in merkezinde inanılmaz bir trafik sıkışıklığı. Sonradan anladık ki, kaza varmış. Adım adım ilerliyor. Bizdeki gibi yandan kaçacak alanlar da çok sınırlı. Dağlara doğru gideceğimiz için üzerimizde kışlık kıyafetler var, motorlar yüklü ve Mayıs ayında enfes bir güneş. Enfes olduğu kadar da iyi ısıtıyor. Ter içinde Bükreş’in çok geniş ana caddesinde dur kalk ilerliyoruz. Radyatör fanlarımız sürekli devreye girerek, mevcut sıcaklığı Gobi Çölü seviyesinde hissettiriyor. Müthiş bir ortam özetle! Interkomdan Ertuğrul’un bana sevgi sözcükleri söylediğini duymasam da aklından neler geçtiğini tahmin etmem zor değil. Zira Bükreş’i gezelim diye ısrar eden bendim 🙂
Trafikten kurtulur kurtulmaz üst değişimi operasyonu 🙂
Saat öğlen 12’yi geçerken nihayet Bükreş merkezden çıkmayı başarıyoruz. Çok geçmeden hem trafikte boğuşmanın gerilimini atmak, hem de depoları dolu tutmak için A1 Yolu kıyısında Poiana lui Stângă kasabası yakınlarında bir mola veriyoruz. Bu arada zincirleri de yağa doyurup, tekrar rotamıza çeviriyoruz yönümüzü. E81 Yolu üzerinde devam ediyoruz. Yer yer sıkıcı; binalar, sanayi alanları. Yer yer yeşilliklerle dolu tabiatın eşliğinde; kimi zaman enfes çiçek tarlaları, kimi zaman ise ömürlük çeşit çeşit ağaçlar.
Üzerinde bulunduğumuz yol binek araçlara da ev sahipliği yapmakla birlikte, ağırlıklı olarak TIR kamyonlarının güzergâhı. Dolayısıyla bugün uzun bir süre tırcı dostlarımız ile birlikte yolu paylaşıyoruz. Piteşti sonrası çevre bambaşka bir hâl almaya başlıyor. Giderek yeşillenen yol kenarları, seyrine doyum olmaz bir manzara sunuyor. Ancak aynı zamanda virajlar hem sıklaşıyor, hem de keskinleşiyor. Bir ara Ertuğrul önde, ben arkada tırmanıyoruz. Yol üç şeritli, iki çıkış bir iniş. Yolda biz ve tek tük otomobil dışında tüm araçlar tır haliyle. Önümüzde sola oldukça sert bir viraj var. Sağımızda bir dizi tır, onları solluyoruz. Viraj içinde yattık, emniyetli bir açıda sollayarak dönüyoruz. İniş yolu o kadar keskin ki, biz viraj içinde yatmışken karşıdan gelen tırın kafası virajı dönmüş ama dorsesi direkt üzerimize doğru geliyor. Şeride sığamamış. Hızıma baktım, pozisyonuma baktım, sağımdaki tırlara baktım, Ertuğrul’a göz attım ve “Ya Allah” diyerek, dorse ile geçiştik. Tehlikeli miydi; biraz. Ana yolda böyle bir viraj olması ve yolun inen tırcılar tarafından neredeyse hiç yavaşlamadan kullanılması ve bunun oraya göre gayet normal olması oldukça tuhaftı.
Bol adrenalin salgılatan yolumuz devam ederken, midelerimizden gelen ilahi çağrıya kulak vermesek ayıp olurdu. Uygun gördüğümüz ilk mekânda durduk. Bir yandan, temel ihtiyaçların belki de en kutsalı olan yemek işini hallederken, öte yandan yol kritiği yaparak, bilhassa meşhur “dorsenin öpücüğü” virajında hissettiklerimizi paylaştık. Midelerimizin arzularını yerine getirirken, ruhumuzun arzularını da göz ardı edemezdik, etmedik. Her ikisi de çok lezzetliydi.
Adının pansiyon olduğuna bakmayın, yemekleri de gayet lezzetliydi.
Yolumuz giderek keyifli hale geliyor. İçinden geçtiğimiz sayısız kasaba “ah ben de burada mı yaşasaydım” hissi verecek kadar güzel. Müstakil, bahçeli, ahalisi yoksul olsa bile temiz, bakımlı evlerden gözümüzü alamıyoruz. Sonra yurdumuz geliyor aklıma, “keşke” çıkıyor dudaklarımdan istemsizce, “keşke özümüzü kaybetmeseydik bu kadar, azla yetinmek, temiz, düzenli, ahlaklı, saygılı olmak ne güzeldi. Mutluyduk biz bir zamanlar…”
DN7 yolunda devam ediyoruz. Bahsetmeyi unuttum sanmayın, en yakın yol arkadaşımız yine eşlik etmeye başlamıştı bize; evet, yağmur 🙂 Epeyi bir süredir bulutlar artıp, azalıyordu gökyüzünde. Biz de yağmurlukları giyip, giymemek arasında kararsız kalmıştık. Motor seyyahları bilir, yağmurluğun giyilmesi başlı başına bir dert, terletmesi de cabası. Ama mecbursak giyeceğiz elbette.
Öte yandan havanın koyuluğu iyice artıyordu, “yol kenarında durup üzerinizi giyin çocuklar, yoksa karışmam” der gibi bakınca üzerimizde yer alan yağmur bulutu kümesinin en samimi üyesi, durduk saygıyla. Biz giyinir giyinmez de tüm gücüyle sularını boşaltmaya başladı, sözünün eri yağmur bulutu kümesi. Gülümsedik, minnet duyduk. Koyular arasında en açık renkli olan grubun samimi üyesine ve yolumuza devam ettik.

Râmnicu Vâlcea etrafında yolumuz ayrı bir güzelleşti. Tepelerin arasından bir vadiye indik. Yol gidiş geliş, yanımızda yağan yağmurdan çamur rengi akan muhteşem bir nehir; Olt. Türkçesi Oltu Nehri. Yağmur yeni dindi, yerler ıslak ama geçen tırlar hızla kurutuyor asfaltı. İlk müsait alanda duruyor ve fotoğraf çekiyoruz.
Biz gezilerimizde sadece yol yapmıyoruz. Aynı zamanda ruhumuzu beslerken, ilerleyen günlerde izlemek üzere fotoğraf ve video çekimleriyle o anı ölümsüzleştiriyoruz. Bu yüzden bizim rotamız navigasyon yazılımlarının verdiği süre içinde tamamlanmaz genelde. Acelemiz de yok zaten 🙂 Neden bilmem nehrin çamurlu ama hızlı akan suları, her iki tarafını saran yeşile bezeli dik yamaçlar ve yağmur sonrası dinginliği mutluluğuma mutluluk katıyor. İyi ki gelmişiz, iy i ki yoldayız. Gelmemize vesile olan herkese, her şeye sonsuz şükürler, şükranlar olsun.
Kısa molanın ardından yola devam. Etraf o kadar yeşil ve sulak ki, devamlı bir yerlerden su sesleri geliyor, kuş cıvıltıları eşliğinde. Yolumuzun hemen üzeri Barajul Brădișor, yani Bradişor Barajı. Yol, baraj setinin üzerinden geçiyor.
İ-ler-le-ye-mi-yo-ruz 🙂 Doğanın sunduğu güzellikler bitmiyor. İyi ki de bitmiyor. Şimdi de hemen sağ tarafımızda bir göl var. Yine enfes manzaralar sunuyor; Lacul Vidra yani Vidra Gölü. Parâng Dağları’nın ortasında, Lotru Nehri’nin sularıyla oluşmuş. Manzarası anlatılamayacak kadar güzel. Hafıza kartlarının bir an önce dolmasını istercesine, acımasızca, ardı ardına kareler, görüntüler çekiyoruz.
Çok oyalanmadan hedefimize varsak iyi olacak artık. Yine hatrı sayılır bir süre geçirdik yollarda. Üzerine yağmur ve rakım yükselmesinin getirisi olarak soğuyan hava da eklenince yorgunluğumuz kat kat artmaya başlayacak. Oysa bizim yarın yapacağımız TransAlpina rotası için güce ve dinlenmeye ihtiyacımız var. Bu nedenle kısa bir iki “doğal harikaya hayran olma” arası daha verip, sürüyoruz.
Akşam sekiz buçuk civarı hedefimiz olan Obârşia Lotrului’ya varıyoruz nihayetinde. Nasıl bakir, nasıl sessiz, nasıl gerçek “dağ başı” ortamındayız onu da bir sonraki bölümde arz edeyim.
Wikiloc kaydına buradan ulaşabilirsiniz.

Özgür Daldaban
17 Ocak 2020