Akşam saat dokuz civarıydı, telefonu açıp birazdan “evet” diye cevaplayacak Ertuğrul’un numarasını tuşladığımda.
“Üsküdar’da buluşsak ya, Kavak motoruna bineriz. Hem biraz deniz havası alır, hem de laflarız, ne dersin?”
Mayıs ayı başında deniz kimi zaman çalkantılı, kimi zaman da durgun. Tam ortada yani. Bir de motorun üst katındaki terasta, iskeleye yanaşmak için yapılan manevralar dışında gölge olmayan, güneşin her daim ısıttığı koltuklardan yer bulmanın da hazzıyla, ilerliyoruz Kavak’a doğru. Beylerbeyi, Çengelköy, Anadoluhisarı ve diğerleri.
“Balık yemesek mi, buraya kadar gelmişken?”
En tazesinden bir dizi deniz ürünü ve yanında güzel bir salata eşlik etti, ana fikri acaba nereye gitsek konulu olan sohbete.

İşte tam da burada atıldı gidilecek rotanın ilk tohumları. Bir ara dönüş yolunda deniz havasının verdiği pozitif duygularla İran rotası da gündeme geldi. Ama yıllardır çok merak ettiğimiz ve görmek için sabırsızlandığımız rota galip çıktı nihayetinde; Transfagaraşan bekle bizi…
Bir kere yola çıkma sevdası düşünce insanın gönlüne, ne günler geçiyor, ne de geceler. Adeta on yedi yaşında, bıyıkları yeni terlemiş delikanlının ilk aşk heyecanı. Ayna karşısında geçirilen zaman, briyantin olmadı jöle mi sürseydim ikilemi ve hiçbir zaman yatmayan saçın o huysuz tepesi…
Gezi öncesi yazışmalarımıza bakıyorum, bir yandan da telefon konuşmalarımız geliyor hatırıma. Biz de aynı, o bıyıkları yeni terlemiş ve sevdiğini görmek için içi pırpır eden delikanlının heyecanıyla kavrulmuşuz, geçmek bilmeyen yola çıkış sabahına kadar.
Enfes bir Pazartesi sabahı, saat beş civarı, henüz hava karanlık. Giyim, kuşam derken, ilk mesaj geliyor Ertuğrul’dan; “10 geçe çıkıyorum”. Hemen peşi sıra ben de garaja iniyor ve “vira bismillah” diyerek kontağı açıyorum. Heyecan, tedirginlik, mutluluk, gerginlik hepsi bir arada. İlk buluşma noktasına varıyorum ve çok kısa bir süre sonra Ertuğrul geliyor. Her ne kadar ters yöne gidiyor olsak da İstanbul’un sabah trafiğine yakalanmamak için öpüşüp, selamlaşma faslını kısa tutup, hemen yola koyuluyoruz.
Normal şartlar altında paralı yol üzerinden gitmeyi tercih etsem de, Ertuğrul D100’den gitmemiz konusunda ısrarcı. Düşününce hak veriyorum kendisine. Zira iki motorda da yan çantalar tıka basa dolu, ek olarak sosis çanta, vs. derken oldukça yüklüyüz. Bu halde bir arıza ya da lastik patlaması ile medeniyetten uzakta olmak ciddi problem. O nedenle, D100 ve sahil yolunu tercih ederek Çorlu ayrımına kadar geliyoruz. İstanbul’dan çıkmak yine ilaç gibi geliyor. Sakin ama tempolu sürüşle Lüleburgaz’a doğru ilerliyoruz. Saat 8.40 civarı, yolda bir tabela görüyoruz; “Üç beş köfte”. Artık vaktidir deyip, bir çorba ve soluk alma molası veriyoruz, Büyükkarıştıran’da. Tesadüfen girdiğimiz bu köftecide enfes çorbalar içiyoruz. “Etlerimizi de deneyin” teklifini, istemeyerek de olsa geri çevirerek, başka bir zaman gelmek üzere söz veriyor ve tekrar yola koyuluyoruz.
Yollar tenha, her zaman yaptığımız gibi fotoğraf molalarıyla geziye renk katmak ve “evde” olduğumuz zamanlarda o fotoğraflarla tekrar tekrar bu anları yaşamak amacındayız. Ülkemizin ayrı güzel bir coğrafyası Trakya Bölgesi. İlkbahar renklerini görüntülemek amacımız. Organize sanayi bölgeleri ve fabrikalar izin verdikçe bu isteğimizi yerine getirip, o anları ölümsüzleştiriyoruz.
Saat 12 buçuk civarı Hamzabeyli Sınır Kapısı’na ulaşıyoruz. Her yer inşaat ve toz toprak içinde. Levhaların çıkış gişesi olarak gösterdiği yerde ise kocaman kazılmış bir çukur var. Sağolsun tırcılar imdadımıza yetişiyor ve “yolu” tarif ediyorlar. Sınır kapısı bölgesinde, ülkeden çıkabilmek için küçük bir labirent bulmaca çözer gibi dolaşıyoruz. Hani şu gazetelerin verdiği ucuz ilavelerde yer alan, bir tarafında peynir, bir tarafında fare olan yol bulmalı olanlar gibi; “bakalım fareyi peynirle buluşturabilecek misin”.

Toz, toprak ve sıcak. İlk gişede işlemlerimiz hızlıca hallediliyor. Bizden ve tır kamyonlarından başka da kimse yok nerdeyse. İşlemlerin ardından diğer gişeye yöneliyoruz. Görevli yaklaşık beş dakika uğraştıktan sonra “sizin kaydınız yapılmamış” diyor. “İlk gişeye geri dönmeniz lazım”. Tüm işlemlerimizin bir önceki gişede yapıldığını aktarıyoruz ama nafile. Ertuğrul geri dönmek için o tozlu, çakıllı dar alanda manevralar yapıp geri dönüyor. Görevli bana da aynı şeyi söylüyor; “kaydınız yapılmamış”. Şaka gibi. Adeta Amerikan filmlerinde sıkça gördüğümüz terkedilmiş kasaba türü bir yerdeyiz. Bizden başka da kimse yok zaten. İki motor, gişeler arasında bir ileri bir geri gidip duruyoruz. İlk gişe; “bizde sorun yok”, son gişe “kaydınız yapılmamış”. La havle. Daha memleketten çıkamadık. Sonra anlaşılıyor ki, kayıt yapması gereken ikinci bir gişe daha varmış. Ancak inşaat nedeniyle bu gişeyi kapatmışlar. Kapatıldığına dair de herhangi bir bilgi vermeyi lüzumlu görmemişler! Kayıt yaptırmak için motorları park edip, tel örgülerin arasındaki kilitli kapıdan yurda geliş yönüne geçip, yurda giriyormuş gibi yapıp ama yurttan çıkış yaptırmamız gerekiyormuş. Yaptık.
Bulgaristan tarafında ise işlemlerimiz yaklaşık üç dakika sürdü.
Saat 13.30 Bulgaristan’dayız. Daha önce kararlaştırdığımız üzere mümkün oldukça LUK Oil istasyonlarında mola vereceğiz. Hem de ücretsiz wi-fi servislerinden yararlanıyor olacağız. Sınırı geçer geçmez yakıt alıyoruz. Sınır geçildi bilgisini sevdiklerimizle paylaşıyoruz.
Şimdi inanmaya başladık galiba Transfagaraşan’a gittiğimize. Ertuğrul’la göz göze geliyorum; yüzümüzde aynı kocaman sırıtış. Yolda olmanın mutluluğu aslında, uzun yıllardır konuşup, bir türlü gidemediğimiz rotada olmanın hazzı ve heyecanı…


İlk gün planımız, gidebildiğimiz kadar gidip, Bulgaristan’da geceyi geçirmek.
Sınırı geçtikten sonra coğrafya bir anda değişmeye başlıyor. Aslında belki de değişen coğrafya değil, insan. Yolumuzun iki tarafı da yemyeşil tarlalar. Bizdeki gibi fabrikalar ve sanayi enkazı haline dönüşmemiş buralar. Ve daha da önemlisi, sınırı geçtiğimiz andan itibaren muhteşem bir lavanta kokusu ve arka planda diğer bahar çiçeklerinin kokusu eşlik ediyor bize. İnanılır gibi değil. Şehirlerin içi hariç, nereye gidersek gidelim, ilkbahar kokuları hep yanımızda.
Hava güzel, güneşli. Doğanın sesleri ve muhteşem kokular eşliğinde ilerliyoruz. Yolların kalitesi yeterli, sürücüler oldukça saygılı. Uzun zamandır motosiklet kullanmaktan bu kadar keyif almamıştım. Sürdükçe süresim geliyor. Yollar giderek daha keyifli hale geliyor. Bol bol viraj ve yemyeşil doğa.
Yolun bir kısmı çok virajlı. Keyifli virajlar ama zaman zaman çok keskinleşiyor. Bizim Teke yoluna benzetmek mümkün. Ertuğrul önde, ben arkada. Aynamda bir kamyonet, sürekli yaklaşıyor. Virajlara öyle bir giriyor ki, neredeyse aracın viraj tarafındaki tekerlekleri havalanacak. Yol veriyorum, geçmiyor. Sürekli dibimde, polisiye filmlerdeki kovalama sahneleri gibi. Takip fazla uzuyor ve interkomdan Ertuğrul ile konuşup, gazlıyoruz. Çılgın kamyonet geride kalıyor. Diyorum ki, “çok erken konuşmuşum, sürücüler saygılı demek için”. Her neyse, bir süre daha devam edip, içinden geçtiğimiz Türk Köyü’nde mola veriyoruz. Kısa bir fotoğraf molası. Köyün adı Çatak Köyü, resmi adı Tiça (Ticha) diye geçiyor. Köy camisi ve etrafı çekiyoruz. O sırada bizim çılgın kamyonet yine uçarak geliyor ve motorlarımızın önünde duruyor. Hadi bakalım, al başına belayı diye de içimden geçiyor bir yandan. Şoför inip, bize doğru koşuyor. Ve diyor ki, “Ağabey, plakaları gördüm, ben de size hoş geldiniz diyeyim dedim”. Meğer kamyoneti kullanan arkadaş soydaşımız bir Türk’müş ve bakkallara dondurma dağıtımı yapıyormuş. Bizi görünce de kan çekmiş, selam vermek istemiş. Ne diyelim, sağolsun, varolsun. Birbirimize iyi yolculuklar dileyerek tekrar yola koyulduk.
Saat akşam altıyı geçiyor. Neredeyse on iki saattir yoldayız ve hala çok keyifliyiz. Ufak bir atıştırma molası vermek için Shell’e uğruyoruz. Osenets adlı bir kasaba. İstasyonun bahçesinde kahvelerimizi yudumlarken, havada bir takım değişimler oluyor. Açık ve güneşli hava, kara bulutlar tarafından perdeleniyor ve “çok fena yağmur gelecek” dememizin üzerinden daha bir dakika bile geçmeden fırtına patlıyor. Tüm sandalyeler, altında oturduğumuz, beton ağırlıklarla ayakta duran koca şemsiyeler uçuşmaya başlıyor. Apar toplar içeri kaçıyoruz, hatta koca şemsiyeyi toplamaya çalışırken, şemsiye ile sürüklenen görevli çocuğu yakalayıp, uçmaktan kurtarıyoruz. Hep birlikte şemsiyeyi kapatıyoruz. Allah’tan motorları güvenli ve korunaklı bir alana park etmiştik de hadiseyi olaysız atlatıyoruz. Fırtına şiddetini azaltır azaltmaz tekrar yola çıkıyoruz. Sabahtan bu yana bize eşlik eden güneş ve güzel hava artık yanımızda değil. Bize buralardan fayda gelmez diyerek, geceyi Bükreş’te geçirmeğe karar verdik. Aslında ikimizde yola doyamamıştık. Havanın bozması da bahanemiz oldu.
Yağmurlukları ne zaman giydik, tam hatırlamıyorum. Ama bildiğim, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur bizi uzun süre yalnız bırakmadı. Bulgaristan eski kötü şöhretinden çok uzak. Kısa sürede epeyi mesafe almış ve bizi gıptayla kendisine baktırır hale gelmiş. Yağmurda sürüş keyfi bambaşka ancak ülkemizdeki sürücü profili, karayolları tarafından hazırlanmış küçük su göleti sürprizleri, lambaları yanmayan kamyonlar, traktörler, farları ayarsız hatta bozuk araçlar ve aklımıza gelmeyen onlarca sürprize ev sahipliği yapan yurdum yolları bu keyfi çileye dönüştürür. Bulgaristan’da ise bunların hiçbirini yaşamadan, yavaş yavaş çöken akşam karanlığı ve yağmur eşliğinde son derece keyifli bir sürüşle yola devam ediyorduk.
Akşam saat sekiz buçuğa doğru Rusçuk’a (Ruse) vardık. Yağmur ve rüzgâr bizi epeyi hırpalamıştı, depoların da doluma ihtiyacı vardı. O nedenle Rusçuk içinde bir yakıt molası verip, durumu değerlendirdik. Ya geceyi burada sonlandıracaktık ki, benim kanaatim o yöndeydi. Ya da Bükreş’e kadar devam edecektik. Benden daha yola doymamış olan Ağabeyim Ertuğrul ise, gitmek taraftarıydı. Mola esnasında internet üzerinden bulduğum hiçbir tesisi beğenmedi. Yok kasaba kötü görünüyormuş, yok otellerin hepsi pavyon gibiymiş, yok hava kararmış, yok yağmur yağmış… Anlaşıldı, yola devam edecektik. Bizim “delikanlı” sürüşe doymamıştı. Hoş, ben de ikna edilmek için o kadar müsaittim ki. “Tamam, devam ediyoruz” kararını almamız hiç de zor olmadı dolayısıyla.
Bulgaristan’ın sınır şehri Rusçuk ile Romanya’nın Giurgiu şehirlerini Tuna Köprüsü (eski adı Dostluk Köprüsü) bağlıyor. 1954 yılında Sovyetler Birliği desteği ile yapılan bu köprüyü ve sınırı karanlıkta geçtik. O nedenle yağmur ve rüzgârın da etkisiyle durup, fotoğraf çekme imkânımız olmadı. Ama bir sonraki sefere gündüz geçecek şekilde sürmeyi planlıyoruz. Rusçuk tarafından geçip, köprüye sorgu sual olmaksızın girince oldukça şaşırdığımızı itiraf etmeliyim. Bulgaristan – Romanya Schengen Antlaşması’na dâhil değiller ve arada bir kontrol olmalı. Biz ise girdik, direkt gidiyoruz derken, köprü geçişi sonrası Romanya girişinde kontrol noktası olduğunu gördük. Ve haliyle durduk. Kısa bir kontrolün ardından resmen Romanya’ya girmiş olduk (Daha sonra öğrendik ki, Bulgaristan Romanya arasında klasik sınır geçişi olmasa da tek noktada kimlik kontörlü yapılmakta. İki ülke Schengen kapsamında dâhil olduğunda bu kontrol de ortadan kalkacak).
Kaynak : https://mapio.net/
Kontrol noktası sonrası ilk iş, bir miktar Euro bozdurup, Romen parası Leyi (Leu) satın aldık (Ancak ertesi gün anlayacaktık ki, benim offline uygulama hatalı çalışıyormuş ve kapıdan almak yerine şehir içinden almak daha uyguna gelecekmiş). Romen banknotlarını biz çok sevdik. Plastik türevi bir maddeden yapılmış ve bu nedenle suya, yıpranmaya oldukça dayanıklı. Sevimli, oyuncak gibi para 🙂
Kaynak : https://driveeurope.co.uk/
Bükreş’e doğru yol alıyoruz. Yollar ve etraf epeyce değişti. Yağmur aralıklarla devam ediyor, ışıklandırma yetersiz, yer yer hiç yok. Yollar aniden daralıyor, genişliyor. Yeniden memleketi hatırladık doğrusu. Daha yavaş gidiyoruz ve kulaklıklarımızdan sürekli birbirimizi uyarıyoruz. Türlü aksiyonlarla ama büyük bir keyif, peşi sıra yorgunluk içinde Bükreş’e girdik. Ama ne girmek. İlk intiba, tipik eski doğu bloğu ülkesi. Saat gece on biri geçiyor. Sokaklar bomboş. Tramvaylar ve eski olduğu efkârlı gözlerine eşlik eden, inleme seslerinden anlaşılan tek tük otobüs ile birlikte bölge bölge geçiyoruz Bükreş’i. Şehir merkezine doğru. Bükreş’de kimi Avrupa şehirleri gibi bölgelere (onlar sektör diyor) ayrılmış durumda. Sektör altı en banliyö, sektör bir ise şehrin merkezi. Tüm caddeler yağan yağmurun etkisiyle sular içinde. Offroad parkuru gibi. Yer yer otuz santimden fazla su var. Bükreş’in ana caddelerinde yağmur suyu ile atık sular karışmış. O kadar kirli olmamıza rağmen, Mobilet’e binen ürkek tazeler gibi yer yer ayaklarımızı havaya kaldırıyoruz. İşte o kadar kirli.
Bir süre turluyoruz ve ayaküstü bir mola veriyoruz. Ortak kanaat; pilimiz bitmiş. Booking.com üzerinden hızlıca makul bir otel buluyoruz ve kalan son gücümüzle beşinci sektördeki otelimize sürüyoruz. Dile kolay tam on yedi saat motor kullanmışız.

Özgür Daldaban
6 Aralık 2019