Yaşasınn, ilk şehir dışı gezime çıkıyorum!

Üç aylık motorcu olarak, şehir içinde gezmekten sıkılmıştım. Gönül gitmek, daha uzaklara gitmek istiyordu. Ancak ne izin vardı uzaklara gitmeye (hatırlayınız: eli sopalı Ertuğrul 🙂 ) ne de yeterince tecrübe. Gerçi üç aydır İstanbul içinde oldukça zaman geçirmiştim motorla. Özellikle Beykoz civarında gidilmedik yol, görülmedik köy de kalmamıştı. Kavak’da bol bol balık yenmiş, Poyraz’da titreyerek çay içilmiş, Anadolu Feneri’nde fenerle birlikte gemilere de el sallanmıştı. Riva’da denize taş atılmış, Bozhane, Cumhuriyet, Öğümce, Karakiraz, Şile yolları da viraj viraj ezberlenmişti. Üstelik hava oldukça soğuk olmasına rağmen (Ocak – Mart arası, normal olarak biraz serin oluyormuş, motor üstünde bizzat deneyerek gördüm) yapılmıştı bu geziler.

Yaptığımız eğitim gezileri sırasında; gece şartlarında motor kullanma becerilerinden, öndeki arabadan atılan izmariti teğet geçebilmeye, köpeklerden (ısırılmadan) kaçabilme manevralarından, hafriyat kamyonlarının her şartta “geçiş üstünlüğü” olduğunu idrak etmeye kadar, bir dizi beceriyi kazanmış olduğum sevgili Hocam tarafından da görüldükten sonra, “uzun” yol için sonunda izini koparttık.

Heyecanlıydım, hem de çok. Nasıl heyecanlanmam, aylardır bugünü bekliyordum. Sonunda o gün gelmişti işte;

23 Mart 2011 Çarşamba. Sanırım bu, işi ilk kırmam değil. Üstelik İskandinav Bilim Adamlarına göre (hah, adres de gösterdim, artık kesin inanırsınız) haftanın beş günü çalışmak verimi ciddi oranda düşürüyormuş. Gerçi genel müdürüm benimle aynı fikirde olmasa da problem değil. Sanırım bugün şirket dışı bir eğitimde olduğumu söyledim. Ama yalan mı? Elbette değil. Eğitimin alâsı var bugün, hem de “uzun” yol eğitimi. Derler ya, “yalan değil ki, başım ağrısın.” İşte benim durumum da aynen öyle idi. Gerçi başım ağrımasa da birazcık içim sızlıyordu. Sonra, aldığım maaşı hatırladım, hiçbir şeyim kalmadı 🙂

Her neyse, artık yola çıkacağız. Ertuğrul Avrupa yakasında, ben ise Anadolu yakasında oturduğumuz için buluşma yeri olarak Kavacık Kavşağı’nı belirledik. Son kontrollerimi tekrar yapıyorum. Her şey hazır. Yol öncesi bir de kilometre saati fotoğrafı çekelim, adettendir.

Hıh, tamam. Fotoğraf işi de bitti. Motosiklet tanrıları bizimle olsun. Vira Bismillah diyerek marşa basıyorum. YBR nazlı, “jiklemi çekip, beni biraz ısıt da, yolda canımız sıkılmasın” diyor. Mavi’nin bu fikrine saygı duyuyorum, “hava da soğuk zaten, çocuk haklı, biraz daha ısınsın” diyorum içimden. “Ama beş dakika yeter, geri kalan kısmın yolda ısınsın Mavi’ciğim, haydi bakalım” diyerek, hastası olduğum birinci vitese geçme sesi “çıtonk” ile birlikte yola koyuluyoruz. Ohhh, nihayet. İlk hedef Kavacık. “Atıl Maviii!” diye gürlüyorum kaskın içinden…

Yer: Kavacık, karşımda ağaç olmuş bir adam; Ertuğrul. “Çok bekletmedik değil mi” diyorum, tevazu sahibi kendisi “mühim değil” diyor. Hâlbuki ben kibarlığımdan sormuştum.  Dokuzda buluşacaktık, saat dokuzu altı geçiyor. Gelmeseymiş sekiz buçukta 🙂 “Mavi üşümesin diye, biraz geç çıktık evden. Kusura bakma diyorum” yine de. Büyüklük bende kalsın 🙂

Halâ Kavacık, son kontrolleri karşılıklı olarak tekrar yapıyoruz. Her şey tamam. Ertuğrul önde, ben arkasında, hedef Eskihisar Vapur İskelesi. Kozyatağı’na kadar TEM yolu, oradan E-5. İki şeritli E-5 yolu boyunca, minibüsçüler ve uçan kamyonet/kamyonlarla ilk temas. Ardından İskele’ye varış. Sorun yok, ilk E-5 sınavı başarılı (Üzerime bir rahatlama geliyor haliyle 🙂 ). Gişelerde ilk defa motorla para verme faslı, o da ne, otomobilden farklı olarak yaya gişelerine giriyoruz. Süper! Sabahın o saati, vapur kuyruğu yok denecek kadar az. İkinci şaşkınlığı yaşıyorum; sıra beklemeden, direkt biniyoruz vapura. Ne güzelmiş bu motor işi. Giderek hastası oluyorum.

Arabalı olduğu söylenen, bana göreyse aynı zamanda motosikletli de olan vapur ile karşıya geçiyoruz. Güzel bir köşe bulduk, gerçi biraz koku sorunu var ama olsun. Üşüyen her yolcunun can simidi; tuvaletin kapısındayız 🙂 . Hava 10 derece civarında, güneş “yüzümü göstereyim ama aynı zamanda da çok utangacım, birazdan örterim bulutlarla gül cemalimi” modunda. Bir var, bir yok. Soğuk yani. Motorumdan ayrılmak içime sinmese de, üst tarafa, kapalı salona geçip, sıcak içecek ve yiyecek takviyesi yapıyoruz. Aslında fena fikir değilmiş. Üstelik geri döndüğümde Mavi de hala yerinde (denizin ortasında nereye gidecekse sanki), Kırmızı ile art arda bizi bekliyorlar. Keyfim yerinde, karnım tok, deniz havası aldım, iş günü “eğitimdeyim” daha ne olsun.

Vapur çıkışında herkes Yalova tarafına giderken, biz aksi istikamete yöneldik. Hedef Karamürsel’den sapıp, dağ ve köy yollarından geçerek Kızılderbent ve Boyalıca üzerinden İznik’e ulaşmak. Çoğu motorcu bu yolu bilir. Keyifli, tatlı sert bir yoldur. Yeni başlayan biri için ise, biraz zor gelebilir. Hayır bana geldi, ordan biliyorum 🙂

Körfeze hakim tepeden birkaç fotoğraf aldık.

Başladık tırmanmaya. Adam önden uçuyor, her bir virajda daha da uzaklaşıyor. Eee, hani bu işi yemiş, bitirmiştim. Adam gidiyor işte. Ben ise tın tın, peşindeyim. Doğru açılar, viraja doğru giriş/çıkış, kafamın pozisyonu derken, bir yandan da kendi kendime söyleniyorum; “Kursta kraldın, şimdi ne oldu? CBF 1000’ le cambazlık yapmak iyiydi, bak sahaya çıktık, öyle gözüne lamba tutulmuş tavşan gibi kaldın” şeklinde. İşin özü, yol boyu epeyi saydırdım kendime.

Kızılderbent yakınlarında, Ertuğrul’un meşhur kasabında mola. Muhabbetlerde bol bol konusu geçen ve gezi yazılarında ballandıra ballandıra anlattığı o kasap. Kendi hayvanlarından, gayet el yapımı ve doğal köfteler, sucuklar, ızgaradalar. Yanında kocaman bir salata, bol zeytinyağlı. İşte buna değdi. Hemen yemeliyim. Çok açıkmışım, ne varsa istiyorum, hepsini yemeli. Ama biliyorum ki fazla yersem günü orada kapatabilirim. O yüzden az yiyorum, iki, bilemedin üç porsiyon kadar! Ne yapayım, çok lezzetli. İstanbul’da yediğimiz plastik etlerden sonra, insan kendini kaybediyor. Pişman değilim, yine olsa yine yerim (ilerleyen geziler boyunca da sık sık uğradık zaten. Bol bol da yedik 🙂

Göbek şişmiş, ağırlık çökmüş bile.

Mola iyi geldi. Yorulan vücudum ve bozulan moralim, ızgarada cızır cızır kızaran sucuk ve köftelerle birlikte yerine gelmiş, üzerine içilen çayla da cilası atılmıştı. Tekrar yoldayız.

Robocop’un dileması; Yoksa Atom Karınca mıyım 🙂

Artık daha düzgün gidebildiğimi farkettim. Daha sakin ve daha keyifliyim. Yolun ve manzaranın tadını çıkarmaya başlıyorum. Mis gibi dağ havası, kuş bakışı manzaralar, bir aya kadar çiçek açacak ağaçlar derken, İznik’e varmıştık bile.

Yeşil Cami’nin avlusunda bir çay molası ve İznik keşfinin ardından, Göl etrafında koca bir tur attık. Çok iyi geldi. Hatta çok çok iyi geldi. Zeytin ağaçları ne güzel kokuyordu yol boyu. Müthiş bir manzara, tek tük göldeki kuşlar, göl kıyısında oynayan çocuklar, bahçelerde çalışan köylüler… Büyük şehirde ne kadar zor yaşıyoruz; doğadan uzak, kalabalığın içinde, herkes tek başına. Gitmek lazım. Özümüze gitmek. Toprağa değmek, suya bakmak, temiz havayı içimize çekmek,  bizden başkalarının da var olduğunu hatırlamak. “İnsan” olmanın hazzını yaşamak.

Gitmek lâzım…

Çok geçe kalmayalım istedik. Malum, ilk “uzun” gezim. Aynı yoldan Karamürsel’e dönme zamanı. Daha kontrollü, daha sakin ama daha başarılı. Bu kez kendimle barışığım. Hele birkaç viraj mükemmele yakın gitmeye başlayınca, yine “tamam” diyorum ama bu sefer daha sakinim. Henüz yolun başında olduğumu biliyorum, her geçen gün daha iyisi olacağını, bir sonraki İznik geçişinin çok daha keyifli olacağını hissediyorum. Özetle, mutluyum. İyi ki gelmişiz. Sağol, varol Ertuğrul. Sen olmasan yapamazdım.

Üstelik eve dönüşte, hem hafta içi akşam İstanbul trafiği ile hem de yağmur ile tanışmak bile keyfimi bozamadı. Evet, kabul ediyorum, başta oldukça gerildim trafikten. Hatta yağmur başladığında, motoru daha az yatırmaya özel olarak gayret gösterdim ama sonuçta halâ çok keyif alıyordum.

Nihayet, sağ salim eve geldim. İlk iş, Ertuğrul’a vukuat raporu verdim; “Vukuatım yoktur komutanım. Arz ederim 🙂 ”. Ardından, kilometre saati fotoğrafı ritüelini yerine getirdim. Sonra Mavi’yi garajında uykuya yatırarak, bir sonraki geziye kadar kendisine veda edip, bu güzel gün için teşekkürlerimi sundum. Aptalca bir sırıtışla eve girdim. Kimse yadırgamadı 🙂

Seviyorum ben bu işi be, çok seviyorum!

Özgür Daldaban
Aralık 28, 2011

* Avni
Avanak Avni, karikatürist Oğuz Aral’ın Gırgır sayfalarında yarattığı ünlü bir çizgi-kahramandır.
Kendisini sevgi ve özlemle anıyoruz.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: